27 Kasım 2009 Cuma

Trajedi.

Gri. Eski sayfalarda kalmış, siyah-beyaz ve üzerinde lekeler bulunan bir sayfa. Etrafındaki ışıklar, soğuktan içi buhar dolmuş sokak lambalarına ait. Evlerin titrek ışıkları ona çok uzak. Tıpkı evlerin içinde bulunan kişiler gibi. Sokaklar bomboş. Yalnızca kedi-fare oyunlarına ev sahipliği yapmakta. Taşlar. Belki de tanrı dedikleri varlıktan daha fazla ilgileniyor insanlarla. Soluduğu hava pis. Kömür kokusu tüm şehri ele geçirmiş. Bir araba geçiyor sol yanından hızlıca. Yerdeki suyu tamamen üzerine sıçratıyor, siyah paltosunda kahverengi ve siyahın karışmışlığından dolan balçığın izlerini bıraktırıyor. Her şey flu onun gözlerinde. Tıpkı dünyaya isli bir pencerenin arkasından bakıyor gibi. Umursamıyor hayatı. Nedeni ise çok basit. Flu görüntünün ucundaki hedefin parıltısı o kadar düşük ki, bu amaca ulaşmak için ne kadar çaba harcarsa harcasın başarısız olacağını biliyor. Neden savaşmalı hayatla? Neden kendisi gibi binlerce kişinin uğruna yıllarını verdiği yaşam mücadelesine, insanları değiştirme mücadelesine girişmeli ki? Bu kesinlikle bencillik değil. Herkesin böyle düşündüğü bir dünya hayal edilirse, herkesin kendi benliğini bulması sonucu insanlığa, ulaşabileceğini ve kimsenin kimseyi değiştirmek zorunda kalmadığı bir yaşama merhaba denileceği görülebilir. Elindeki bira şişesini, çöp kutusunun paslanmış yüzeyine doğru sertçe fırlattı ve camın parçalara ayrılışını dalgınca izledi. Gözleri kızarmıştı, birkaç damla yanaklarından dudağına doğru süzülüyordu.
Nasıl da bu kadar umursamaz gözükebiliyordu? Hayatın güçlükleri içinde yaşamıştı elbette, en kötüsünü gördüğünü düşünmekteydi pekala, fakat ölüm değil miydi belki de en kötüsü ya da yaşamak mıydı umutsuzca kötü olan? Ne beklentisi vardı ki hayattan? Evlenip, torun sahibi olup, deneyimlerini aktarıp dünyadan defolup gitmek mi? O zaman gençlerin ne şansı kalacaktı ki hayata dair? Kendi kişiliklerinin oluşmasına izin verilmediği sürece, ne anlamı kalacaktı ki onlar için genç olmanın? Birikimlerin üzerinde yaşanan gençlik sadece zevkler üzerine olmaktan başka bir anlam ifade edecek miydi onlar adına? Yaşlıların tek istedikleri, kendi gençliklerini, kendi ürünlerinde görmekten başka bir şey değildi. Ve Tomas bunların tamamından uzakta yetişmişti. Kimsesizler yurdunda. Orası ...'tan çok daha iyi bir eğitim kurumuydu kendisi için. Ne olduğunu, kendi başına ne kadar güçlü olabileceğini farkettirmişti kendisine. İnsanlara güvenilmemesi gerektiğini, onlara dayanılan bedeninin havanın tepki kuvvetinden dahi düşük olacağını bilmekteydi. İleride karanlıkların arasındaki ara sokakta sevişen bir fahişe ile ayyaş adamı gördü. Tiksindi. Biraz daha ilerledi, sağdaki lokantada adamın ağzının tıklım tıklım dolu olduğunu gördü. Tiksindi. Yukarıdaki evden gelen tokat sesleri ile bir kadının ağlamasının yarattığı hüzün kulağına ilişti, Tiksindi. Bir bebek bağıra çağıra ağlıyordu, Tiksindi. Dükkanı yeni kapatan bir adamın kapalı kepenklerin önünde avuç dolusu parayı, gözlerini açmış bir şekilde sayarken gördü. Tiksindi. Koştu ve bir lağım deliğine kustu.
Sanırım yaşamama vakti gelmişti. Gereksiz yere zaman öldürmeye gücü yetemeyecekti, en azından şimdiki dayanıksızlığında.
Çıkmaz bir sokağa girdi. Yere oturdu ve paltosunu üzerinden çıkararak yana koydu. Üzerinde büyük bir yılgınlık vardı. Kollarını sıvadı ve gökyüzüne baktı. Ay gümüşi ışın demetlerini yeryüzüne neşeyle saçıyordu. Bulutlar arada bir önünü kapatsa da, gökyüzü çok uzun zamandır böylesine parlak değildi. Hayallerinde uçtuğunu anımsıyordu. Hiçbir dayanağı olmadan. Özgürlüğe. O zamanki tek amacı o lanet yerden kurtulup, kendisini kendisine kanıtlamaktı. Bunu yaptı, yaşam amacı kalmadı. Ve elini paltosunun cebine götürdü. İlk Lsd hapını aldı ve ağzına atarak hemen yuttu.

Belki Tomas gibi bir hayat yaşamadım fakat geç de olsa onun küçükken yaşadıklarını yaşadım. Bu rp'de yazdığım bir yazıydı. Kendimden bir şeyler kattım. Sevdim ve buraya koydum. Kusmuk tadında bir hayat, ama hepimiz birer arıyız. Zorla çalıştırılan arılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder