28 Ağustos 2010 Cumartesi

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Watch Her Disappear.

Last night I dreamed that I was dreaming of you…
And from a window across the lawn I watched you undress
Wearing a sunset of purple tightly woven around your hair
That rose in strangled ebony curls moving in a yellow bedroom light.
The air is wet with sound.
The faraway yelping of a wounded dog.
And the ground is drinking a slow faucet leak.
Your house is so soft and fading as it soaks the black summer heat.
A light goes on and the door opens.
And a yellow cat runs out on the stream of hall light and into the yard.

A wooden cherry scent is faintly breathing the air.
I hear your champagne laugh.
You wear two lavender orchids, one in your hair and one on your hip.
A string of yellow carnival lights comes on with the dusk,
Circling the lake with a slowly dipping halo and I hear a banjo tango.

And you dance into the shadow of a black poplar tree
And I watched you as you disappeared.
I watched you as you disappeared.
I watched you as you disappeared.
I watched you as you disappeared.

5 Mart 2010 Cuma

Boş bir yürüyüşteyim. Etraf zifiri karanlık. Oysa ki benim karanlığa alışmış gözlerim için bu hiçbir şey. Ama öyle değil. Gözlerime inanamayan ben, el yordamı ile önümü bulmaya çalışıyorum. Elime çarpan bir diken ya da bir duvar. Elimin hissettiği yalnızca engellenmişlik hissi veya acı. Gülümsüyorum; bu kadarla mı yetiniyorsun diyorum ve yürümeye devam ediyorum. Savaşmadan pes etmiyorum. Kendime şaşırıyorum fakat bu savaştaki yalnızlığım karşısında kendime üzülüyorum. Sesleniyorum; sen, beni hissediyor musun diye. Çünkü biliyorum ki, hissettiği anda koşup yanıma gelecek ve bana yardımcı olacak. Gözlerime güvenmem gerektiğini bana yeniden söyleyecek, beni bana inanmamı sağlayacak. Kalbini aç; evime geliyorum diyeceğim. O beni bu inançsızlığım ile kabul edecek. Zaman geçecek üstünden. O yanımda. Fakat yeri gelecek tartışmalar olacak; yeri gelecek kopukluklar olacak. Yorgun bir tebessümle ağzımdan fırlayacak tek şey ise şu olacak o anların hepsi bittiğinde; kasırgalar, fırtınalar, sağanaklar dindiğinde. Together we stand, divided we fall.

21 Ocak 2010 Perşembe

Teleta'biz' olalım.

Hadi sarılalım ve hepimiz bir bütün olalım. Mı? Bu lafa ancak eşekler güler, onlar da bir taraflarıyla.
Boşu boşuna verilen bir çaba, insanları tutkularından, duygularından, örümcek ağlarından temizlemek adına yapılanlar. Bırakalım onlar da mutlu yaşasınlar. Bırakalım onlar da düşünmeden, rahatça yaşaabilsinler ki biliyorsunuz, insan düşündüğü derecede mutsuzdur. Bırakalım onların tek derdi geceyi geçirecek bir et, alışverişte daha fazla kıyafet almasını sağlayacak bir domuz olsun. Neden takıyoruz ki, neden sorguluyoruz ki yaşamı falan. Görüyorsunuz, s.ke s.ke yaşıyoruz işte. Öyle bağırıp çağırıp vızvızlanmak falan hikaye. Şımarık küçük bir çocuktan farkımız yok. İstediği verilmemiş, oysa ki hep istediğini alabileceğine inandırılmış.

Diye mi düşünmeliyiz?
Bilemiyorum. Boşa kürek çektiğimiz bir gerçek fakat belki de ıssız bir ada bularak, orada kalmış hayatları kurtarabiliriz. Ya da istediğini elde edemeyen Hemingway'in İhtiyar Balıkçı'sı gibi, elimizde bir tek kılçık ile sahilimize dönebiliriz. Hani yaşamak falan, bazı sözler vardır. Anı yaşa, düzenli yaşa, işte ne bileyim padişahım çok yaşa falan. Hepsi de yaşamak üzerine kurulu, farklı isimlerde de olsa. Mesela padişahım çok yaşa lafı çok güzel. Onu demese kendisi de yaşayamayacak. Çıkar ilişkisine dayalı sevginin en güzel örneği. Böyle insanların tez kellesi gide! Asdf. Tamam.
Neyse, bir şeyler zırvalıyordum aslında, hani kafam da pek iyi değil. Zaman kavramının saçmalığından burada bahsettim mi bilmiyorum ama, kendi zamansızlığımı yarattım diyebilirim. Hoş bir gün patlar bu bana. Belki yarındır o gün, belki yarından da yakın. Birazdan zıbarır yatarım. Sonra kalkarım. Sonra yemek yerim. Sonra su içerim. Sonra lavaboya girerim. Sonra çıkarım. Sonra yatarım. Sonra kalkarım. Sonra yemek yerim. Sonra su içerim. Sonra lavaboya girerim. Sonra çıkarım. Sonra yatarım...
Hayat felsefemiz bu olmalı herhalde. En büyük derdimiz ise, yatacak bir yatak, yiyecek bir yemek ve sıçacak bir delik.
Nefret ediyorum kendimden, bu kadar nefret beslediğim için ve bu yazı blogun en kanlı yazısı olacaktı ki, yine kendime sakladım kendi düşüncelerimi. Belki ölürsem falan, çöpe atılan kağıtlar rüzgarlar yüzünden uçuşup evinizin camınıza yapışırsa o zaman görebilirsiniz onları. Yani zor.
N'aber?

13 Ocak 2010 Çarşamba

Kibrit Çöpü.

Aşk kibrit çöpüne benzemekte bence. Elinizi yakmaya, canınızı acıtmaya başladığı an kurtulmalısınız ondan. Ya da tüm sevginizle acısına rağmen dayanmalısınız. Diyeceksiniz ki elbette her kibrit çöpü sönmeye mahkumdur. Ben de diyeceğim ki, insan istemedikçe hiçbir eylem gerçekleşmez. Siz orada yanan alevi gördüğünüz sürece, nasıl sönebilir ki bir kibrit çöpü? Hem böylesi daha acısız, her ne kadar acı çeksenizde. Somutluğa erişememe acısıdır bu, soyutluk içinde yaşamanın acısı. Evet. Böyle bir şey sanırım. Bile bile elinizi yakmak.
Yaşam da kibrit çöpüne benzer. Sönmesini beklemeden bırakmalısınız onu. Yaşamın farklı bir özelliği vardır, aşktan. Siz onu hayalinizde yaşayabilirsiniz belki de yaşamak budur fakat bu yaşamak değildir. Bu yaşamaya olan sevgidir. Abartırsam yaşama olan aşktır. Ve yine hayalini kurduğumuz bir aşktır. Bu hiçbir şekilde acıtmaz. Varlığı da yokluğu da farketmez. Gereksizdir bir bakıma. Çünkü bilirsiniz ki, herkes bir şekilde yaşamak zorundadır. İki rahat nefes için, bedene saplanan milyar tane iğne gibidir yaşam. Ama biz bunu bile bile yaşıyoruz ve aslında biz, hepimiz aksini inkar ettiğimiz birer mazoşistiz.