30 Kasım 2009 Pazartesi

.

Yazmıyorum hiçbir şey. Ne kadar yazsam da bir şeyler değişmeyecek. Ne benim hayatımda, ne de hayatımdan genellediğim şeyler üzerinde. Yaşamınıza iyi bakın. Gerçekten. Daha iyi teknoloji, daha çok para, daha güzel kadınlar, daha zengin adamlar, daha hoş evler peşinde koşun. Seviyorum sizleri, kendimden ötürü.

29 Kasım 2009 Pazar

Trajedi. 2

İlkinden sonra gerisini getirmek kolaydı. Etkisi geçecek, yeni bir tane daha alıcak, o bitecek ve yine yenisi gelecek. Bu durum böyle devam edecek, ta ki paltosunun cebindeki uyuşturucular sona erene kadar. Ve ardından tek bir hareket ile kendi yaşamına son verecek. Her şey bitecek. Madde doğadaki doğal dönüşümüne katılacak, dünya bir insanını daha kaybedecek, yerine zaten çoktan birisi doğmuş olacak ve bu döngü sürüp gidecek. Hiç üzgün değil. Serseri yaşamında tanıdığı onlarca yüz, unuttuğu yüzlerce yüz onu zaten hatırlamayacak. Polisler onun cesedini bulduktan sonra otopsi yaptıracak. Kanında bulunan yüksek dozda uyuşturucunun ardından pisliklere yapılan muamelenin aynısını gören cesedi çöplüğe atılır gibi bir mezarlığa gömülecek. Üzerinden ne kimlik, ne de benzeri bir şey çıkmadığı için belki sahte bir ad, mezartaşında yer alacak ya da o bile olmayacak. Zaman geçiyordu, ama onun geçtiğini sadece o düşünüyordu. Aslında zaman kavramı yoktu. Zaman hep yerinde duran bir şeydi, onu biçimlendiren, varmış gibi gösteren insanlardı. Varoluştan beri, kıyaslama yaparcasına, bazı şeyleri yoluna koymak ve aslına bakılırsa kendilerini kısıtlamak adına onu yaratanlardı. Garipti. Şu an Tomas ölüm isteğiyle yanıp tutuşuyor fakat hâlâ zaman hakkında düşünceleri vardı, en azından onun bunu düşündüğünü iddia eden birileri vardı. Kahkaha attı ve ara sokak şenlendi.
Henüz bir saat geçmişti, ki zaman kavramının saçmalığından bahseden birisi, normlar dışına çıkamıyordu bu bile acı veren bir durumdu, Lsd yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamıştı. Ayağa kalkmıştı. Karanlık, aydınlık tarafından mağlubiyete uğramış ve yoğun bir sis, Tomas'ı olduğu yerden havalanmasına neden olmuştu. Havada yürüyordu ve sis şimdi kalkmıştı. Yerde çimlerin ıslaklığını hissedebiliyordu, kuşların cıvıltıları kulağına ilişiyordu, gözleri parkta oynayan çocuklara takılmıştı ve babasının sesini duyabiliyordu. Geriye döndü, kendisine benzeyen fakat yüzü kırışıklarla dolmuş, kısaltılmış kızıl saçları ile donuk bakışları olan bir adamdı, boyu da kendisine nazaran daha kısa gibi gözüküyordu. Evet, kendisini çocuk zannediyordu fakat hâlâ aynı bedenindeydi. Annesini gördü, kocasının arkasından geliyordu, güven vermeyen bir yüz ifadesi vardı; sanki bu zengin görünüşlü adamın yanında, bulunmak için bulunuyormuş gibi. Güzeldi, kesinlikle ve oldukça. Sarı saçları, mermer gibi beyaz ve güneşte ışıltılar saçan bir teni vardı. Babasına gülümsedi koca çocuk ve aniden dünya dönmeye başladı. Çimler ayağının altından kaymıştı, kafasını vurmasına yol açmıştı. Annesi babasını götürmüştü, çocuklar parktan kaçışmışlardı ve şimdi sadece kendiliğinden sallanan salıncakların zincirlerinden çıkan gürültü kulaklarına doluyordu. Gittikçe yükseliyordu ses, gıcırtı beynini yemeye başlamıştı. Korkunç bir kahkaha beynini istila ediyordu, yüzü yaralı bir adam gittikçe artan bir hızla salıncağı itekliyordu, her seferinde daha hızlıydı, kahkahası her seferinde daha fazlaydı, bağıramıyordu, sesinin onları yenemeyeceğini düşünüyordu, başını elleri arasına aldı. Yerde yuvarlanıyordu, zemin yokuş aşağıya doğru giden bir vaziyete bürünmüştü, sertçe yerde seke seke gidiyordu, çarptığı taşlar acısını azaltıyor gibiydi; gittikçe azalıyordu sesler. Ve yokuş bitti kendisini, bir deniz kenarında buldu. Üşüyordu, deli gibi. Kollarını bedenine sardığını hissediyordu. Ara sokakta oturduğu yerde gözlerini açtı. Dişlerini aşırı derecede sıktığını hissetti, parçalanmamaları için, paltosunun kolunu ağzına tıkmak için uğraştı. Palto ona unutamadığı bir kadının kokusunu anımsatıyordu, hüzünle doldu. Yapmak istemediği bir şeyi zorla yapmaya çalıştı ve paltonun kolunu ağzına yerleştirdi. Yorulduğunu hissediyordu. Işıklar gözlerinde yansıyor gibiydi, ürkütücüydü.
Ama bu ürkütücülük içinde kendisini iyi hissediyordu, sanki göğsüne yerleşmiş olan karanlık hayali yok ediyordu; onunla savaşıyordu, ona çığlıklar attırıyordu ve bir an için aydınlığın kendisi olduğunu farketti. Ona acı çektiriyordu, tüm bunalımlara, tüm kötülüklere, tüm pisliklere. Hepsi karşısında inliyordu, nefreti tüm dünyaya aydınlık olarak doğmuştu ve insanlar tüm kibirlerinden, tüm doyumsuzluklarından, tüm zevklerinden uzaklaşarak ortak bir amaç uğruna, insanlık adına yaşamaya başlıyorlardı. Liderleri Tomas'tı. Kendisini feda ederek, kendisini kurtarıyordu. Işık söndü, galibiyet ile bitmişti savaş. Sokağın karanlığında yansıyan bir gölge vardı, kendisine doğru geliyordu. Bir an için korktu, geri çekilmeye çabaladı. Sonra duvara dayalı olduğu aklına geldi ve yüz kendisine yaklaştıkça, çabalaması bitti. Ağzında palto ile ne kadar komik görükebileceğini anımsattı, kendisini görmeden paltoyu çıkardı ve kahkahasını zorlukla engelledi. Gözleri ışık saçıyor gibi gözükebilirdi, ki öyle olmalıydı. Geçti. Sessizce ve melankolik bir hava ile kadının kendisine doğru, gökten gönderilen bir melek gibi süzülüşünü izledi. Tanrı kendisine varlığını kanıtlamak istiyordu. Fakat Tomas, tanrının isyankar çocuğu değil miydi? Bu geldi aklına, somurttu. Ellerini bağdaştırdı. Melek yanına çökmüştü ve kendisine bakıyordu şimdi.
"Kimsin?"
Muhtemelen şu cennet, cehennem ayaklarına ismimi soruyor diye düşündü. Ve tanrının yarattığı eserin peşinden ne kadar da çok koştuğunu anladı o an. Kahkaha attı. Ama bir yandan da yanındaki meleği ürkütmek istemiyordu. "Tanrı bu kadar mı ilgisiz? Sizi de göndermiş zaten. Her neyse, gidin ona sorun kim olduğumu. Ya da sormayın. Alın canımı işte şimdi, sonra öğrenirsiniz."
Donuk bir şekilde karşı yola bakıyordu. Üşüyordu. Kolları bedenini hâlâ sarmalıyordu. Üzgündü. Bitkindi. Meleğin kokusunu içine çekti. Güneşli günleri anımsadı.

27 Kasım 2009 Cuma

Trajedi.

Gri. Eski sayfalarda kalmış, siyah-beyaz ve üzerinde lekeler bulunan bir sayfa. Etrafındaki ışıklar, soğuktan içi buhar dolmuş sokak lambalarına ait. Evlerin titrek ışıkları ona çok uzak. Tıpkı evlerin içinde bulunan kişiler gibi. Sokaklar bomboş. Yalnızca kedi-fare oyunlarına ev sahipliği yapmakta. Taşlar. Belki de tanrı dedikleri varlıktan daha fazla ilgileniyor insanlarla. Soluduğu hava pis. Kömür kokusu tüm şehri ele geçirmiş. Bir araba geçiyor sol yanından hızlıca. Yerdeki suyu tamamen üzerine sıçratıyor, siyah paltosunda kahverengi ve siyahın karışmışlığından dolan balçığın izlerini bıraktırıyor. Her şey flu onun gözlerinde. Tıpkı dünyaya isli bir pencerenin arkasından bakıyor gibi. Umursamıyor hayatı. Nedeni ise çok basit. Flu görüntünün ucundaki hedefin parıltısı o kadar düşük ki, bu amaca ulaşmak için ne kadar çaba harcarsa harcasın başarısız olacağını biliyor. Neden savaşmalı hayatla? Neden kendisi gibi binlerce kişinin uğruna yıllarını verdiği yaşam mücadelesine, insanları değiştirme mücadelesine girişmeli ki? Bu kesinlikle bencillik değil. Herkesin böyle düşündüğü bir dünya hayal edilirse, herkesin kendi benliğini bulması sonucu insanlığa, ulaşabileceğini ve kimsenin kimseyi değiştirmek zorunda kalmadığı bir yaşama merhaba denileceği görülebilir. Elindeki bira şişesini, çöp kutusunun paslanmış yüzeyine doğru sertçe fırlattı ve camın parçalara ayrılışını dalgınca izledi. Gözleri kızarmıştı, birkaç damla yanaklarından dudağına doğru süzülüyordu.
Nasıl da bu kadar umursamaz gözükebiliyordu? Hayatın güçlükleri içinde yaşamıştı elbette, en kötüsünü gördüğünü düşünmekteydi pekala, fakat ölüm değil miydi belki de en kötüsü ya da yaşamak mıydı umutsuzca kötü olan? Ne beklentisi vardı ki hayattan? Evlenip, torun sahibi olup, deneyimlerini aktarıp dünyadan defolup gitmek mi? O zaman gençlerin ne şansı kalacaktı ki hayata dair? Kendi kişiliklerinin oluşmasına izin verilmediği sürece, ne anlamı kalacaktı ki onlar için genç olmanın? Birikimlerin üzerinde yaşanan gençlik sadece zevkler üzerine olmaktan başka bir anlam ifade edecek miydi onlar adına? Yaşlıların tek istedikleri, kendi gençliklerini, kendi ürünlerinde görmekten başka bir şey değildi. Ve Tomas bunların tamamından uzakta yetişmişti. Kimsesizler yurdunda. Orası ...'tan çok daha iyi bir eğitim kurumuydu kendisi için. Ne olduğunu, kendi başına ne kadar güçlü olabileceğini farkettirmişti kendisine. İnsanlara güvenilmemesi gerektiğini, onlara dayanılan bedeninin havanın tepki kuvvetinden dahi düşük olacağını bilmekteydi. İleride karanlıkların arasındaki ara sokakta sevişen bir fahişe ile ayyaş adamı gördü. Tiksindi. Biraz daha ilerledi, sağdaki lokantada adamın ağzının tıklım tıklım dolu olduğunu gördü. Tiksindi. Yukarıdaki evden gelen tokat sesleri ile bir kadının ağlamasının yarattığı hüzün kulağına ilişti, Tiksindi. Bir bebek bağıra çağıra ağlıyordu, Tiksindi. Dükkanı yeni kapatan bir adamın kapalı kepenklerin önünde avuç dolusu parayı, gözlerini açmış bir şekilde sayarken gördü. Tiksindi. Koştu ve bir lağım deliğine kustu.
Sanırım yaşamama vakti gelmişti. Gereksiz yere zaman öldürmeye gücü yetemeyecekti, en azından şimdiki dayanıksızlığında.
Çıkmaz bir sokağa girdi. Yere oturdu ve paltosunu üzerinden çıkararak yana koydu. Üzerinde büyük bir yılgınlık vardı. Kollarını sıvadı ve gökyüzüne baktı. Ay gümüşi ışın demetlerini yeryüzüne neşeyle saçıyordu. Bulutlar arada bir önünü kapatsa da, gökyüzü çok uzun zamandır böylesine parlak değildi. Hayallerinde uçtuğunu anımsıyordu. Hiçbir dayanağı olmadan. Özgürlüğe. O zamanki tek amacı o lanet yerden kurtulup, kendisini kendisine kanıtlamaktı. Bunu yaptı, yaşam amacı kalmadı. Ve elini paltosunun cebine götürdü. İlk Lsd hapını aldı ve ağzına atarak hemen yuttu.

Belki Tomas gibi bir hayat yaşamadım fakat geç de olsa onun küçükken yaşadıklarını yaşadım. Bu rp'de yazdığım bir yazıydı. Kendimden bir şeyler kattım. Sevdim ve buraya koydum. Kusmuk tadında bir hayat, ama hepimiz birer arıyız. Zorla çalıştırılan arılar.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Parçalanmış Hayaller.

Paramparça hayallerimiz vardı,
tamamlanmaya çalışılan,
ufuk çizgisi gibi titrek,
uzaklardan yansıyan,
düşlerden ibaret olan
kırık, dökük hayaller.

Paramparça hayallerimiz vardı
Ebediyete ulaşma yolunda
kendi kendimizi kandırdığımız
uğruna zamanlar harcadığımız
gökyüzünde parıldayan
ulaşılamaz hayaller.

Hayallerin içinden çıkan bir sen
Hayallerle yaşama hayali kuran bir ben.
Ne kadar nefes tüketirse,
o kadar gereksiz olan bir ben.
Yorgun argın bir şekilde,
susuyorum hayallerimde.

Ve birleştirmeye çalışıyorum
içinden eksilmiş parçasına rağmen
gazete kağıdı ile yamalayarak
boşluğu dolduruyorum böylece.
Ama sen, ne bir gazete kağıdı
ne de hayallerim dışında bir kadındın,
abuk sabuk hikayeler anlatan
bu gencin hayalinde.

23.11.2009
01.13

22 Kasım 2009 Pazar

Oyunlar, saçmalıklar.

Shakespeare ne güzel de demiş 'Hayat bir tiyatro sahnesidir.' diye. Onun, bu sözü hangi ruh hâli ile söylediğini bilemem; belki de hayatı tiyatrolarda geçtiği için de tekdüze bir mantıkla bunu söylemiş olabilir bir bakıma fakat bence, insanların girmek istediği rollere, büründüğü karakterlere, ayıyla ayı kuzuyla kuzu olma isteklerine -ki Zerdüşt de böyle derdi. Katılmadığım noktalardan biri de buydu.- , yapmacık tavırlarına, sahte komplimanlarına, doyumsuzluklarına bakarak demiş olmalı bunu. Yani başka bir açıklaması yok.
Bir erkek bir kız ile diyalog hâlinde. Kız kendisinden bazı yönlerde keskin hatlar ile ayrı fakat erkek ona benzemek için çabalar durumda. Güvenini, sevgisini veya herhangi bir şeyini kazanmak uğruna. Rol yapmakta. Seyirciler kendi hayatlarından kesitler görmek ister, kendilerini anlatan sahneler ister ve bu sahnelerde kendini hayal edebilmek ister. Faust'un başlangıcındaki müdür gibi konuştum fakat, bu erkeğin yaptıkları bundan farksız değildi. Seyirciye oynuyordu, onun kendisinde görmek istediğine ulaşmaya çabalıyordu ve bu onu ağırlaştırıyordu. Rol yapmaktaydı, fakat kızın bir başkasını sevdiğini öğrenince; yani burada da şunu söyleyebiliriz, seyirci koltuğunu terkedince oyuncu kendisini buldu ve kendisi gibi davranmaya başladı. Bu durumu daha da ilginç kıldı, çünkü kendisi kendi hayatında yarattığı doğaçlamalar ile birlikte, kapıdan çıkmaya hazırlanan seyircinin dikkatini çekmeyi başardı! Kız geri döndü ve bu kendi hâlinde oynayan çocuğu yaslanmış olduğu duvarın güven verici etkisi altında izlemeye başladı. Bu sırada randevusuna gitmediği için erkek arkadaşı ile problem yaşadı ve şimdi sevgilisi ile arasında bir soğukluk var. Şaşırtıcı. Rol yapmanın doğallığı, farklılıkları daha da anlamlı kılıyordu. Bunu anlayan oyuncu kendi kendisine davranmaya devam etti ve kızın duvardan çekilerek kulise doğru ilerlediğini gördü. Şaşkınca bir gülümseme genç adamın yüzüne yerleşmişti.
Kuliste kızın kendisini tebrik etmesi üzerine konuşmaya başladılar ve seyirci ile oyuncu arasındaki görünmez iticiliği kaldırdılar bir bakıma. Buraya kadar tüm benzetmeler yerinde. Oyuncu gerçek hayattan bir genç, kız ise yakınlaşmak istediği varlık. İşte Shakespeare de bunu kastetmiş olmalı ya da tamamen sıkıyor da olabilirim. Her neyse hikayemize dönelim. Kız oyuncuyu anlamanın verdiği heyecanla randevuyu tamamen aklından çıkardı ve onu bir kafede bir şeyler içmeye davet etti. Erkek ise buna dünden razıydı fakat hâlâ ondan farklıydı. Onun gibi olamazdı, seyircinin özgürlüğüne ulaşamazdı. Bir seyircinin tiyatro salonunu terketmesi normaldir, sebep bulunabilir ama bir oyuncunun oyunu terketmesi kabul edilemez bir şeydir. Bir bakıma bağımlılıktı erkeğin ki. Gülünç bir bağımlılık. Kafeye gittiler, neler konuşuldu, neler yapıldı hiçbir fikrim yok. Bir erkek kızın evinin yakınlarına yürüyordu; diğer çift ise, oyuncu ve seyirci kafede birbirlerinin gözlerinin içine bakıyordu. Oyun içinde oyun. Ama asla hayaller içinde bir hayal değil. Şimdilik bu kadar.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Bu bir denemedir.

Zaten bir blog vardı yazı yazdığım daha doğrusu yazmaya çalıştığım veya her neyse. Arkadaşın blogundan ses çıkarmak. Farklı geldi gözüme, hani kiracı gibi yaşamak vardır ya çekinirsin bir şeyler yapmaya korkarsın, sonuçta depozito vardır. Gerçi arkadaşın benden bloguna verebileceğim zararlar karşısında depozito alma gibi bir ihtimali olacağını düşünmüyordum ama ne olur, ne olmaz.
Şimdi, her blogda görürüm böyle şeyler. Blog kurmanın verdiği gazla yazılmış yazılar vs.ler. Gün geçtikçe başlık sayısı düşer, yok olur gider. Neden blog açtığına dair şeyler, sevgili günlük fantazyaları, umursamaz tavırlar ile hiç yazmayanlar ama içten içe yazmak isteyip de yazmayanlar. Her ne ise, ben de yazanlar grubundayım fakat kendimi farklıymış gibi gösterecek değilim. Herkesin farklı olmak için çabaladığı dünyada, kendin olmak en büyük farklılıktır gibi uyduruk laflar da söyleyecek değilim. Bilemiyorum ama yazdım işte. Bir nedeni yok, hani yazmaya da bilirdim pekala ama yazmayacaksam bu yere niye geldim. Öyle böyle şöyle derken, hâlâ bunun savaşını bitirmiş değilim bebeğim.
Daha bir sürü şey var yazacağım fakat, kasamam. Klavyenin tuşları her an biraz daha parmaklarıma baskı yapıyor, etkinin gücü tepkinin gücünü belirler hesabı.
Gelirim bir aralar.
Bireylere selam ettim. Koyunlara ise küfür.
Hadi sağlıcakla.