29 Kasım 2009 Pazar

Trajedi. 2

İlkinden sonra gerisini getirmek kolaydı. Etkisi geçecek, yeni bir tane daha alıcak, o bitecek ve yine yenisi gelecek. Bu durum böyle devam edecek, ta ki paltosunun cebindeki uyuşturucular sona erene kadar. Ve ardından tek bir hareket ile kendi yaşamına son verecek. Her şey bitecek. Madde doğadaki doğal dönüşümüne katılacak, dünya bir insanını daha kaybedecek, yerine zaten çoktan birisi doğmuş olacak ve bu döngü sürüp gidecek. Hiç üzgün değil. Serseri yaşamında tanıdığı onlarca yüz, unuttuğu yüzlerce yüz onu zaten hatırlamayacak. Polisler onun cesedini bulduktan sonra otopsi yaptıracak. Kanında bulunan yüksek dozda uyuşturucunun ardından pisliklere yapılan muamelenin aynısını gören cesedi çöplüğe atılır gibi bir mezarlığa gömülecek. Üzerinden ne kimlik, ne de benzeri bir şey çıkmadığı için belki sahte bir ad, mezartaşında yer alacak ya da o bile olmayacak. Zaman geçiyordu, ama onun geçtiğini sadece o düşünüyordu. Aslında zaman kavramı yoktu. Zaman hep yerinde duran bir şeydi, onu biçimlendiren, varmış gibi gösteren insanlardı. Varoluştan beri, kıyaslama yaparcasına, bazı şeyleri yoluna koymak ve aslına bakılırsa kendilerini kısıtlamak adına onu yaratanlardı. Garipti. Şu an Tomas ölüm isteğiyle yanıp tutuşuyor fakat hâlâ zaman hakkında düşünceleri vardı, en azından onun bunu düşündüğünü iddia eden birileri vardı. Kahkaha attı ve ara sokak şenlendi.
Henüz bir saat geçmişti, ki zaman kavramının saçmalığından bahseden birisi, normlar dışına çıkamıyordu bu bile acı veren bir durumdu, Lsd yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamıştı. Ayağa kalkmıştı. Karanlık, aydınlık tarafından mağlubiyete uğramış ve yoğun bir sis, Tomas'ı olduğu yerden havalanmasına neden olmuştu. Havada yürüyordu ve sis şimdi kalkmıştı. Yerde çimlerin ıslaklığını hissedebiliyordu, kuşların cıvıltıları kulağına ilişiyordu, gözleri parkta oynayan çocuklara takılmıştı ve babasının sesini duyabiliyordu. Geriye döndü, kendisine benzeyen fakat yüzü kırışıklarla dolmuş, kısaltılmış kızıl saçları ile donuk bakışları olan bir adamdı, boyu da kendisine nazaran daha kısa gibi gözüküyordu. Evet, kendisini çocuk zannediyordu fakat hâlâ aynı bedenindeydi. Annesini gördü, kocasının arkasından geliyordu, güven vermeyen bir yüz ifadesi vardı; sanki bu zengin görünüşlü adamın yanında, bulunmak için bulunuyormuş gibi. Güzeldi, kesinlikle ve oldukça. Sarı saçları, mermer gibi beyaz ve güneşte ışıltılar saçan bir teni vardı. Babasına gülümsedi koca çocuk ve aniden dünya dönmeye başladı. Çimler ayağının altından kaymıştı, kafasını vurmasına yol açmıştı. Annesi babasını götürmüştü, çocuklar parktan kaçışmışlardı ve şimdi sadece kendiliğinden sallanan salıncakların zincirlerinden çıkan gürültü kulaklarına doluyordu. Gittikçe yükseliyordu ses, gıcırtı beynini yemeye başlamıştı. Korkunç bir kahkaha beynini istila ediyordu, yüzü yaralı bir adam gittikçe artan bir hızla salıncağı itekliyordu, her seferinde daha hızlıydı, kahkahası her seferinde daha fazlaydı, bağıramıyordu, sesinin onları yenemeyeceğini düşünüyordu, başını elleri arasına aldı. Yerde yuvarlanıyordu, zemin yokuş aşağıya doğru giden bir vaziyete bürünmüştü, sertçe yerde seke seke gidiyordu, çarptığı taşlar acısını azaltıyor gibiydi; gittikçe azalıyordu sesler. Ve yokuş bitti kendisini, bir deniz kenarında buldu. Üşüyordu, deli gibi. Kollarını bedenine sardığını hissediyordu. Ara sokakta oturduğu yerde gözlerini açtı. Dişlerini aşırı derecede sıktığını hissetti, parçalanmamaları için, paltosunun kolunu ağzına tıkmak için uğraştı. Palto ona unutamadığı bir kadının kokusunu anımsatıyordu, hüzünle doldu. Yapmak istemediği bir şeyi zorla yapmaya çalıştı ve paltonun kolunu ağzına yerleştirdi. Yorulduğunu hissediyordu. Işıklar gözlerinde yansıyor gibiydi, ürkütücüydü.
Ama bu ürkütücülük içinde kendisini iyi hissediyordu, sanki göğsüne yerleşmiş olan karanlık hayali yok ediyordu; onunla savaşıyordu, ona çığlıklar attırıyordu ve bir an için aydınlığın kendisi olduğunu farketti. Ona acı çektiriyordu, tüm bunalımlara, tüm kötülüklere, tüm pisliklere. Hepsi karşısında inliyordu, nefreti tüm dünyaya aydınlık olarak doğmuştu ve insanlar tüm kibirlerinden, tüm doyumsuzluklarından, tüm zevklerinden uzaklaşarak ortak bir amaç uğruna, insanlık adına yaşamaya başlıyorlardı. Liderleri Tomas'tı. Kendisini feda ederek, kendisini kurtarıyordu. Işık söndü, galibiyet ile bitmişti savaş. Sokağın karanlığında yansıyan bir gölge vardı, kendisine doğru geliyordu. Bir an için korktu, geri çekilmeye çabaladı. Sonra duvara dayalı olduğu aklına geldi ve yüz kendisine yaklaştıkça, çabalaması bitti. Ağzında palto ile ne kadar komik görükebileceğini anımsattı, kendisini görmeden paltoyu çıkardı ve kahkahasını zorlukla engelledi. Gözleri ışık saçıyor gibi gözükebilirdi, ki öyle olmalıydı. Geçti. Sessizce ve melankolik bir hava ile kadının kendisine doğru, gökten gönderilen bir melek gibi süzülüşünü izledi. Tanrı kendisine varlığını kanıtlamak istiyordu. Fakat Tomas, tanrının isyankar çocuğu değil miydi? Bu geldi aklına, somurttu. Ellerini bağdaştırdı. Melek yanına çökmüştü ve kendisine bakıyordu şimdi.
"Kimsin?"
Muhtemelen şu cennet, cehennem ayaklarına ismimi soruyor diye düşündü. Ve tanrının yarattığı eserin peşinden ne kadar da çok koştuğunu anladı o an. Kahkaha attı. Ama bir yandan da yanındaki meleği ürkütmek istemiyordu. "Tanrı bu kadar mı ilgisiz? Sizi de göndermiş zaten. Her neyse, gidin ona sorun kim olduğumu. Ya da sormayın. Alın canımı işte şimdi, sonra öğrenirsiniz."
Donuk bir şekilde karşı yola bakıyordu. Üşüyordu. Kolları bedenini hâlâ sarmalıyordu. Üzgündü. Bitkindi. Meleğin kokusunu içine çekti. Güneşli günleri anımsadı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder